Birleşik Krallık’taki monarşinin uzun yıllardır salt sembolik olduğu, büyük bir ekonomik veya siyasi güce sahip olmadığı savının epey bir alıcısı olduğu muhakkak. Kraliyet ailesinin ve onların etraflarındaki sembollerin korunması gerektiğini, hem ayrıca ailenin her yıl ülkeye yüzbinlerce turist çektiği ve dolayısıyla ülkeye de katkıda bulunduğunu düşünenlerin sayısı da bir hayli yüksek. 2022 yılında dahi görünen o ki Birleşik Krallık toplumunun %60’ından fazlası monarşiyi destekliyor. Tabii gençlerde bu oran çok daha düşük, yaklaşık %30’larda (https://www.statista.com/statistics/863893/support-for-the-monarchy-in-britain-by-age/). Dolayısıyla şimdiden monarşinin geleceğinin ne kadar uzun olabileceği meçhul. Kraliçenin ölümünün de monarşi etrafındaki tartışmaları alevlendirmesi sürpriz olmaz.
Kraliçe Elizabeth’in ölümünden beri İngiliz medyasının büyük bir bölümü onun nasıl ülkeyi bir arada tutan bir tutkal olduğunu, 70 yıldır toplumun en büyük değişmezi olduğunu ve bu yüzden de ölümünün toplum açısından ne büyük bir trajedi olduğunu yazıyor. Hayatını topluma “hizmete” adamış olduğu başlıkları, sanki Türkiye’nin havuz medyasında yazılmışçasına bütün gazetelerin başlıklarına taşınmış durumda. Kendisine “hizmete adanmış bir ömür” için teşekkürlerini sunmak isteyen insanların sırası kilometreleri buldu, pek çok insan saatlerce tabutunu görmek için sırada bekledi. Kraliçenin ölümünün sadece İngiltere’de değil, Britanya İmparatorluğu’nun bir dönem hükmettiği, bugün “Milletler Topluluğu” adını verdikleri geniş coğrafyada büyük bir üzüntüye sebep olduğuna dair fikirler hem televizyonları hem gazeteleri doldurdu. Bu ülkelerin, örneğin Pakistan’ın, içinden geçtiği devasa doğal yıkımlara değil de, Yemen’in, Sudan’ın içinden geçtiği kıtlığa değil de Kraliçe’nin vefatına üzüldüğünü düşünmek, İngilizlerin kendilerini hâlâ dünyanın merkezinde zannediyor olmalarının bir yansıması mutlaka.
Kraliyet ailesinin “sembolik”liği de buradan geliyor. Yüzyıllar boyunca dünyanın dört bir yanına hükmetmiş, bu coğrafyaların doğal zenginliklerini vahşice sömürmüş, insanlarını katletmiş, köle etmiş, kendi evinden yurdundan binlerce kilometre öteye taşımış, devasa demografik değişikliklere, hastalıklara ve kıtlıklara sebep olmuş bir İmparatorluğun sembolü İngiliz Kraliyet ailesi. Kraliçe’nin ölümünden sonra, özellikle sosyal medyada, İrlanda’dan Nijerya’ya kadar pek çok ülkenin yurttaşları, Kraliçenin ve onun ailesinin bahsettiğim tarihsel süreçteki, yani sömürgecilik, kölelik, etnik temizlik, hırsızlık ve şiddet düzenindeki sorumluluğuna dair fikirlerini yazdılar. Kraliyet Ailesinin bugün sahip olduğu mal varlığının tüm bu süreçlerle doğrudan bağlantılı olduğu da aşikâr. Bugün dahi bu mal varlığının boyutlarını bilmek mümkün değil. Hayatı boyunca, ve özellikle günümüz medyası tarafından Kraliçe Elizabeth’in bütün bu tarihsel süreçten ayrı tutulması için devasa bir çaba harcandı. Hatta pek çok Afrika ve Asya ülkesinin, Elizabeth’in hükmü sırasında bağımsızlığına kavuşmuş olması da buna örnek gösteriliyor. Ancak tabii ki gerçek bu değil.
1952 yılında, genç Elizabeth, o çok sevdiği, kendi sözleriyle “büyük imparatorluk ailesinin” başına geçtiğini Kenya’da öğrendi. 1952’den 1960’a kadar Kenya, Mau Mau İsyanlarının çok ağır ve kanlı bir şekilde bastırılışına şahitlik etti. On binlerce insan öldürüldü, on binlercesi sakat bırakıldı, on binlercesi ise toplama kamplarında türlü işkencelere maruz bırakıldı. Bu hususta Ngugi wa Thiong’o’nun Kenya’daki bu olağanüstü hâl dönemini ele alan Bir Buğday Tanesi kitabını şiddetle öneririm.
Sadece Kenya’da değil, Elizabeth’in hükmünün ilk yılları başka coğrafyalarda da türlü çeşitli katliamlara sahne oldu. Örneğin Kıbrıs’ta ve Malay Yarımadasında Britanya İmparatorluğuna karşı bağımsızlık hareketler, vahşice bastırıldı. Elizabeth hiçbir ülkenin bağımsızlığına kavuşmasına barışçıl yöntemlerle müsaade etmedi, bilakis, tüm ülkelerdeki bağımsızlık hareketlerinin olağanüstü kanlı biçimlerde bastırılmasına öncülük etti, yol verdi. Tüm bu ülkeler, Elizabeth’e, ve onun vahşi imparatorluğunun türlü çeşitli taktiklerine rağmen kendi direngenlikleriyle bağımsızlıklarını kazandılar. 1950’li yıllardan 1970’lere kadar, Britanya İmparatorluğu adına “Miras Operasyonu” dedikleri bir Dışişleri operasyonuyla dünyada hüküm sürdükleri yerlerdeki tüm belgeleri yok etmeye giriştiler. Bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerin yöneticilerinin eline geçmesini istemedikleri her türlü evrağı ya yaktılar, ya kaçırdılar, ya sakladılar. Nihayetinde Elizabeth de İngiliz Hükümeti de, dönemin başbakanı Harold Macmillan’ın “değişim rüzgarları” adını verdiği bu sömürgecilik karşıtı hareketlere karşı yenileceklerini kabul etmek zorunda kaldılar. Ve bu yüzden bu eski sömürge ülkelerin bağımsızlıklarının sanki onlara İngiltere tarafından bahşedilen bir şey olduğuna yönelik bir siyasi kampanya hazırlığına giriştiler. Öyle ki, bu “bağımsızlık” döneminin, artık İngiltere’nin “dünyaya medeniyet götürme projesinin” son hamlesi olduğunu dahi iddia etmekten geri durmadılar. İngiltere’nin “medenileştirdiği” bu sömürge ülkeleri artık “bağımsızlığa hazırdı”.
Tüm bu mitler, tüm bu hikayeler, İngiltere’de tarihle esaslı ve dürüst bir hesaplaşma yapılmasını önüne geçiyor. Bugün dahi Britanya İmparatorluğu’nun dünyaya “iyilik ve medeniyet” götürmekten başka pek de bir şey yapmadığına dair kitaplar okulların tarih derslerini dolduruyor. Birtakım vahşi katliamların ise sadece istisnai olduğu, “geçmişteki birtakım ufak karanlık noktalar” olarak görülmesi gerektiği öğretisi çocukların aklına kazınıyor. Köleleştirilmiş, sömürülmüş insanların soyundan gelenlerin ise tüm bunlara artık pek de takılmadan hayatlarına devam etmeleri gerektiği öğütleniyor. Bunu öğütleyenlerden biri de yakın dönemde Başbakan olmuş David Cameron’du.
Kraliçenin ölümünün ardından yapılan haberlere bakılınca sanki tüm bu tarihsel süreç hiç yaşanmamış gibi geliyor insana. Bu katliamlarda, hırsızlıklarda, sömürüde, kölelikte, Elizabeth’in ve ailesinin payı hiç yokmuş gibi. Sanki tüm ailesi bu tarihsel süreç sayesinde zenginleşmemiş gibi. Tüm saraylarını, tüm varlıklarını bu vahşi kölelik düzenine borçlu değillermiş gibi.
Başlıktaki soruya dönecek olursak. Birleşik Krallık’taki monarşi pek çok şeyin sembolü, bu doğru. Ancak kendileri “sadece sembolik” bir aile olmaktan çok uzaklar. Hizmet ettikleri şey Britanya’nın keskin sınıfsal ayrımlarının devamı. Servetin ve gücün bir avuç insanın elinde toplanması gerektiği savının bir sembolü kraliyet ailesi. Ülkedeki kararları güçlü ve zengin olanların vermesi gerektiği savının bir sembolü. Meşhur şair Percy Bysshe Shelley’nin yazdığı gibi, “Monarşi, hırsızın bohçasını bir arada tutan ipliktir”. Türkiye gibi coğrafyaların halklarının bir kısmının Kraliçe’nin ölümünün ardından üzüntülerini dile getirmeleri ise akıl almayacak bir trajedi, şüphesiz. Kendisinin ve ailesinin bizim coğrafyamızdaki insanları birer “Habeş maymunundan” öte görmeyeceği kesinken üstelik.